MAKBER ŞİİRİ ÜZERİNE
Abdülhak Hâmid Tarhan’ın, (ö. 1937) karısının ölümü üzerine yazdığı manzum eser.
Abdülhak Hâmid, 1883 Ekiminde baş-şehbender olarak tayin edildiği Bombay’a giderken eşi Fatma Hanım’ı da beraberinde götürmüştü. Vereme yakalanmış olan Fatma Hanım’ın sağlığı burada daha da bozulunca İstanbul’a dönmek için bindikleri gemide hastalığın ilerlemesi üzerine o sırada Beyrut’ta vali olan ağabeyi Abdülhak Nasûhî’nin evine inerler. Fatma Hanım burada ölür (21 Nisan 1885) ve buraya defnedilir. Makber, Hâmid’in Beyrut’ta kaldığı kırk gün içinde yazdığı uzun ve tek bir şiirden ibaret eseridir (Abdülhak Hâmid’in Hâtıraları, s. 166-169).
Makber, daha sonraları “Makber Mukaddimesi” olarak da bilinen ve eserin kendisi kadar ünlü olan “Birkaç Perişan Söz” başlıklı mensur bir giriş ve Fatma Hanım’ın Beyrut’taki mezarının kitabe yazısıyla başlar. Asıl şiir ise esas itibariyle mersiye kategorisine girmekle beraber gerek form gerekse muhtevasıyla divan mersiyelerinden ayrılır. Aruzun “mef ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan eser. “aabbaacb” kafiye düzeninde her biri sekizer mısralık 294 kıtadan (2352 mısra) kurulmuş tam bir poem karakteri gösterir. Klasik mersiyeler arasında bu hacimde bir manzume olmadığı gibi nazım şekli de ilk defa Abdülhak Hâmid tarafından denenmiştir.
Muhteva olarak Makber iki ana tema üzerine kurulmuştur. Biri Hâmid’in Fatma Hanım için anlattıkları, diğeri ölüm etrafında gelişen duygu ve düşünceleridir. Bütün şiirde her iki tema ve bunların açılımları belirli bir şemaya bağlı olmayarak değişik kıtalara dağılmış durumdadır. Makber’de klasik mersiyeye, nisbeten daha yakın olan tema Fatma Hanım’la ilgili kıtalardadır. Sevilen kişinin ardından onun yaşayışı, faziletleri ve kaybından doğan üzüntüleri dile getiren mersiyelere mukabil Makber’de de Fatma Hanım’ın şahsiyeti, özellikleri ve hayatından hâtıra parçaları zikredilir. Ancak klasik mersiyelerde daha çok toplumun değer yargılan ve gelenek ölçü olduğundan ölen kişinin şahsiyetiyle ilgili hususlara pek az yaklaşılabildiği halde Makber’de Fatma Hanım hem hayat hikâyesinin bazı parçaları hem de Hâmid’in ve çevresinin onunla ilgili duygulan dile getirilir. Eski mersiyelerde ölüler maşerî bir karakterde ve soyut kalırken Fatma Hanım gerçek şahsiyetiyle somut bir varlık olarak görünmektedir. Burada yaşı, ailesi, evliliği, isimleri zikredilerek çocukları, sevdiği şeyler, şairle beraber gezileri, günlük hayatları, nihayet hastalığı ve ölümüyle epey ayrıntılı bir portre çizilmiştir. Fatma Hanım’ın hayalinin görünmesi veya onun tekrar hayata dönmesi tasavvuru gibi duyguları işleyen kıtalar da aynı kategoride düşünüldüğünde bu tema bütün eserin üçte birinden fazla bir hacmi doldurmaktadır.
Makber’in asıl önemli ve eski mersiyelerde bulunmayan özelliğini ölümle ilgili tema ile buna bağlı metafizik ve mistik fikirler, isyan, tereddüt, şüphe, tövbe ve iman gibi duygu ve düşünceler oluşturur. Makber’de gelenekten ayrılış ölümü, ölümün sebeplerini ve kaderi sorgulamakla başlar. Geleneksel mersiyelerde bu dünyanın fâniliği, ölümün her canlı için tabii olduğu, netice olarak kaderin tevekkülle kabulü esastır. Ölümün vakitsiz ve kalanlar için ıstırap verici oluşundan dolayı biraz da müphem olan bir varlığa, feleğe sitem edilmekle, hatta daha ileri gidilirse nihayet yine feleğe olumsuz sıfatlar ve suçlamalarla yetinilmektedir. Hâmid’de tevekkülün yerini öteyi kurcalama, tereddüt ve şüphe alır; sitem ise kadere ve Tanrı’yadır. Bu sitemin motifi, Türk edebiyatının Batılılaşma döneminde Ziyâ Paşa’nın “Terciibend”iyle başlayıp Mehmed Akif’e kadar örnekleri görülen Tanrı’ya (lâyüs’ele) soru sormadır. Makber’in birçok kıtasında bu sorulara rastlanır:
“Yâ bir kulu sevmiyor musun sen
Yâ böyle ölüm değil mi erken”;
“Mir’âtı mıyım celâlinin ben
Yâ aksi miyim cemâlinin ben…
Noksanı mıyım kemâlinin ben”;
“Bildik seni muktezâ-yı hilkat
Yâ rab bu mudur safâ-yı hilkat”
“Lâkin o zaman dönüp derim ben
Dünyâyı ben istedim mi senden”.
Makber’in otuz kadar kıtasında tekrarlanan ve cevapsız kalan bu gibi sorular karşısında Hâmid teselliyi yine Tanrı’ya sığınmakta bulur. Bu sığınmanın en önemli motifi varlığın ve ölümün sırlarına aklın yetersizliğidir:
“Bedbaht o hakikat anlaşılmaz,
Şânın bu cihanda lâyıkın bu”;
“Ne akl bilir onu ne vicdan
Tahdîd çıkar ne dense noksan
Biz hükmedelim ne zu’mdur bu
Hiç mahkemeye gelir mi Yezdan”.
Hâmid’de metafizik problemleri ele alan ve özellikle Makber üzerinde derinleşen Rıza Tevfik’e göre onu şüphe ve inkârdan imana döndüren agnostik kanaatleri olmuştur.
Geleneğin dışına çıkan bütün bu aykırılıklar, inanan bir insanda felâket karşısında yaşadığı krizin bir tezahürü olmaktan ileri gitmez. Şiirdeki bu tereddüt, şüphe ve isyan çığlıkları arasında Abdülhak Hâmid yer yer itaatli bir tavırla inancını ikrar eder:
“Sen Hâlıkımızsın ettik îman
Bir sende bulur bu ye’s pâyan
Sen varken olur mu âhiret yok
Yok, şüphe ki sende mağfiret çok”;
“Eb’âd-ı semâyı neylerim ben
Olmazsam eğer sana mukarreb”.
Buna benzer dua, münâcât ve teslimiyet ifadeleri eserde otuza yakın kıtada yer almıştır. Şiirin “Allah’a yakınsın ey Muhammed” mısraıyla başlayan sonlarına yakın kıtalar ise bir na’t izlenimi verir.
Hâmid’in eserlerinin çoğunda olduğu gibi Makber’de de ifade gücü, şiir dilindeki ustalık ve lirizm eserin bütününde aynı kuvvette değildir. Özellikle eserin son üçte birinde tahkiye ve vak’alar çoğaldıkça lirizm kaybolur. En lirik parçalar ise tabiat tasvirlerinde bir çeşit panteizme ulaştığı, ölüm karşısında aczini dile getirdiği, isyan ve teslimiyet duygularıyla kendi inancını sorguladığı mısralardadır.
Makber, ilk yayımlanışından itibaren tenkitçi ve araştırmacıların dikkatini çekmiş, olumlu ve olumsuz pek çok görüş arasında Hâmid’in en güzel eseri olduğu kadar Türk edebiyatına şekil ve muhteva bakımından getirdiği yenilik üzerinde de durulmuştur (eserin değişik yıllardaki basımları üzerine veya başka vesilelerle yapılan eleştiri ve değerlendirmeler için bk. Enginün, s. 9-26).
Abdülhak Hâmid’in eserlerinde ölüm temasının başlangıcı gibi sonu da Makber’le değildir. Makber’in yayımlanışını Türk edebiyatında yeni bir devrin başlangıcı olarak kabul eden Tanpınar, Garamdaki bir hadiseye dayanarak ondaki ölüm temasının bir musallat fikir gibi çocukluk yıllarından başlayıp hayat boyu devam ettiğini söyler. Mairber’le aynı yıl yayımlanan Ölü, Bunlar Odur ve Hacle adlı şiir kitapları da bütünüyle aynı tema etrafında şekillenmiştir (ayrıca bk. Ömer Faruk Akün, Makber’den Önce Abdülhak Hâmid’de Ölüm Temi (doçentlik tezi, 1959|, İÜ Ed. Fak. Genel Kitaplığı, nr. 6).
Makber Abdülhak Hâmid’in sağlığında iki defa basılmış (1885, 1922), daha sonra yeni harflerle de Sadi Irmak (1939) ve İsmail Hami Danişmend (1944) tarafından yayımlanmıştır. Son defa İnci Enginün bir giriş yazısıyla ve ilk iki basımdaki farkları da belirterek yeniden yayıma hazırlamıştır (İstanbul 1982, 1997). Makber’in ilk seksen dört kıtası Fehmi Arabaga tarafından manzum olarak Arapçaya çevrilmiştir (Bağdat 1953).
BİBLİYOGRAFYA:
Gündüz Akıncı. Abdülhak Hâmit Tarhan: Hayatı, Eserleri ve Sanatı, Ankara 1954, s. 136-153; Ahmet Hamdi Tanpınar. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul 1956), İstanbul 1967, s. 535-558; M. Kaya Bilgegil, Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allah I, İstanbul 1959, tür, yer; Mehmet Kaplan, “Makber Mukaddimesi”, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978, s. 66-69; Rıza Tevfik [Bölükbaşı], Abdülhak Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefıyesi (haz. Abdullah Uçman), İstanbul 1984, tür. yer.; Abdülhak Hâmid’in Hatıraları (haz. İnci Enginün). İstanbul 1994, s. 166-169; İnci Enginün, “Makber, Ölü, Hacle, Bâlâdan Bir Ses, Validem Hakkında”, Abdülhak Hamid Tarhan: Bütün Şiirleri II, İstanbul 1997, s. 9-26; Abdullah Uçman, “Abdülhak Hâmid – Rıza Tevfik”, Vefatının 60. Yılında Abdülhak Hâmid Tarhan Sempozyumu Bildirileri (haz. inci Enginün), İstanbul 1998, s. 32-37; Sermet Sami Uysal, “Makber ve Fatma Hanım’ın Mezarı”, Türk Düşüncesi, 11/11, İstanbul 1954, s. 338-342; Fevziye Abdullah [Tansel], “Makber’de Leylâ ve Mecnun ile Hüsün ve Aşk Tesirleri”, Ülkü, X/59, Ankara 1938, s. 454-461; X/60 (1938), s. 541-544.
Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim o hâksâr kaldı,
Bir kûşede târumâr kaldı.
Bâkî o, enîs–i dilden eyvâh!
Beyrût’ta bir mezâr kaldı.
Makber, sonudur dekaayıkın bu,
Bir sırr-ı garîbi Hâlikin bu.
Bir nûr ki meyl-edince hâbe,
İnmekte şu bir yığın türâbe,
En yükseğidir şevâhikın bu,
En müdhîşidir hakayıkın bu,
Bedbaht, o hakiykat anlaşılmaz,
Şânın bu, cihanda lâyıkın bu.
Gittî, nazarımdan âh, gitti…
Bî-maksad ü bî günâh gitti…
Her ferd cihanda birdir ammâ
Bir tâne değildir öyle, hâşâ,
Bir tâne idî o mâh, gitti,
Aylarca olup tebâh gitti.
Görsem yeridir senî karanlık,
Nûrum benim ey İlâh, gitti.
Çık Fâtıma, lâhdden kıyâm et,
Yâdımdaki hâlime devâm et!
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh öyle bir söz!..
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çâre bul, merâm et!..
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle
Eyyâm-ı hayâtımı tamâm et!..
Bî-fâide gördü çok cefâlar,
Bîgâne bulundu âşnâlar.
Ben neyliyeyim büyükse devrân?
Taksîri nedir küçükse insan?
Kâr etmedi verdiğim devâlar,
Geçti yere ettiğim du’âlar;
Gördük seni ey Hâkîm-i mutlak!
Ey hastalara veren şifâlar!
Sen Hâlıkımızsın, ettik iyman,
Bir sende bulur bu ye’s pâyan.
Sen varken olur mu âhiret yok?
Yok şüphe ki sende mağrifet çok.
Duydum, seni istiyor bu vicdan.
Bildim, sana vâsıl oldu cânan
Tekrâr buyur fakat hayatın,
Can ver ona vermedinse derman.
Yâ Rab, bana bir inayet eyle,
Bir yol tutayım delâlet eyle;
Kaldımsa da ayrı, görmedim o nerde,
Sadme ile bir adım ilerde!..
Ey can, buna gel kanaat eyle,
Git makberini ziyaret eyle.
Kesme yolum ey hayat-ı katil,
Ey mevt, beni sinayet eyle…
Sâfil semavâtı cây edinsin,
Teşhir olunup ecel tepinsin.
Bin velvele, bin kıyamet olsun;
Bin zelzele bir inayet olsun;
Mahşer tozarak mezara binsin,
Çarpıp küreler kırılsın, insin:
Yağsın nesi varsa kâinatın…
Lâkin bu derin sükût dinsin!..
Yâ Rab, öleyim mi neyleyim ben?..
Ayrı yaşayım mı sevdiğimden?..
Verdin bana böyle bir mûsibet,
Ettin beni düşmen-i muhabbet.
Ya bir kulu sevmiyor musun sen?..
Ya böyle bir ölüm değil mi erken?..
Hiç bulmamak üzre gâib ettim,
Mecnun gibi ben onu severken.
Her yer karanlık pür-nûr o mevkî?..
Mağrib mi yoksa makber mi yâ Râb!
Yâ hâbgâh-ı dilber mi yâ Râb,
Rüyâ değil bu ayniyle vakî.
Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,
Dönmüş o türbe bir haclegâhe,
Bir haclegâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukânım ben.
Sen öldün, ölüm güzel demektir,
Ölsem yaraşır gamınla her gün.
Abdülhak Hamit Tarhan
( 1852 – 1937 )
NOT:Ayrıntılı bilgi için tıklayınız
KAYNAK : Kaynak 1